Kurmes Dernegi Resmi Web Sitesi

BİR KENTİ ANLAMAK: TUNCELİ’DEN IZLENIMLER-Şükrü Aslan

Son derece dikkat çekici toplumsal ve fiziki coğrafyasıyla Türkiye’nin neredeyse bütün kentlerinden önemli farklılıklar taşıyan bu küçük kent, özellikle politik/kültürel kimliği nedeniyle hemen her dönemde ülkenin gündeminde “büyük” bir yer almıştır
ŞÜKRÜ ASLAN (*)

Geçtiğimiz günlerde Tunceli Üniversitesi’nin 1. kuruluş yıldönümü ve mezuniyet töreni nedeniyle kentte bir etkinlik düzenlendi. Söz konusu etkinliklere katılmak amacıyla 19 Haziran Cuma günü bu küçük kente doğru yola çıktığımızda doğrusu heyecan duymuştuk. Kent, ilk kez kendi adıyla bir üniversiteye kavuşmuş ve yine ilk kez iki yıllık mezunları için “Mezuniyet Töreni” düzenlemişti. Yaklaşık üç yıldır bu kentteki üniversite kuruluş sürecine katkıda bulunmaya çalışan bizler için bu gerçekten de önemli ve heyecan verici bir gelişmeydi.
Aslında bu heyecanın arka planında biz sosyal bilimciler için bu küçük kentin kendine özgü tarihi ve kültürü ve onun zihinlerimizde yer edinme hali etkiliydi. Son derece dikkat çekici toplumsal ve fiziki coğrafyasıyla Türkiye’nin neredeyse bütün kentlerinden önemli farklılıklar taşıyan bu küçük kent, özellikle politik/kültürel kimliği nedeniyle hemen her dönemde ülkenin gündeminde “büyük” bir yer almıştı.  Daha 1930’lu yıllarda “dil ve kültür birliği sağlama” projesi kapsamında iskan politikalarına maruz kalmış; ilçe ve köylerinden yüzlerce aile, binlerce insan ülkenin batısındaki köylere serpiştirilmişti. Tanımadıkları topraklarda, bilmedikleri bir dil ve kültür içinde yaklaşık 9-10 yıl kaldıktan sonra geri dönmelerine izin verilebilmişti. Sonraki yıllarda hâkim söylemde “Tuncelililerin aslında iyi insanlar oldukları” sıklıkla vurgulandı. Yüz kızartıcı suçların en az gerçekleştiği kent Tunceli’ydi. Dayanışma duyguları çok yüksekti. Toprağa sadakat duygusu çok güçlüydü. Kadına yüksek değer verilirdi. Daha bunun gibi bir dizi olumlu özellik gazetelerde ve bu bölgede çalışmış kamu görevlilerinin anılarında yer almıştı. Ama yine de resmi pencereden etnik ve dini kimlikleri tartışma konusu yapılmış; “özünde Türk” fakat asimile olmuş bir toplum olduğu iddia edilmiş ve yeniden özüne kavuşturmak gerektiği açıkça savunulmuştu.

‘ÖZ KİMLİK’ İNŞASI
1970’li yıllarda Türkiye’de sosyalist hareketin kalesi sayıldığı için Tuncelili olmak bile “suçlu sayılmak” için yeterliydi. Tuncelili bir kimlikle o yıllarda sağ görüşlü mahallelerden, kentlerden geçmek riskliydi.  1980’li yıllarda ise bu risk, genç Tuncelililer için ülke sathına yayıldı. Dönemin iktidarı bu insanları bir yandan kovuşturmaya tabi tutarken öte yandan “asıl Türk” ve “gerçek Müslüman” olduklarına inandırmak için “bilimsel çalışmalar” bile düzenledi. 1985 yılında ülkenin değişik üniversitelerinden gelen bazı öğretim üyeleri tarihsel ve kültürel araçlardan yola çıkarak Tunceli’nin öz Türk ve Müslüman olduğuna dair “bilimsel tebliğler” sunmuşlardı. Bu eğilime uygun olarak Tuncelililerin “öz kimliğine” yeniden ve daha güçlü dahil olmalarını sağlamak amacıyla köylerine kasabalarına camiler de yapıldı. Alevi oldukları için namaz kılmayan ve dolayısıyla camiye ihtiyaçları olmayan bu topluma, camiye gitmek dışında bir seçenek bırakmayan siyasal bir ortam inşa edildi.
1990’lı yıllarda ise sistemin içinden başka bir görüş gelişti. Aleviliğin kamusal alana çıkabildiği bu dönemde çok büyük bölümü alevi olan Tuncelililer bu kimlikleriyle şeriatçı eğilimlerin karşısında ülkede “laikliğin güvencesi” olarak görülmüş ve kent, sistemin ilgi alanına “laikliği” nedeniyle girmişti.
Özetle dışarıdan Tunceli ile kurulan temas ve onu tarif etme biçimi hemen her zaman iktidarın siyasal çizgisine ve sistemin beklentilerine göre gerçekleşti. Tuncelililerin kendilerini nasıl ve hangi kimlikle tanımladıkları ise aslında pek önemsenmedi.

KENTİN KÜLTÜREL BİRİKİMİ VE ÜNİVERSİTE
Bu kentte bir üniversite kurulmuş olmasının, kentin toplumsal ve kültürel tarihi üzerine düşünen Tuncelililer için yüksek bir beklenti yarattığı tahmin edilebilir. Bu tabii ki sadece kimlik meselesiyle ilgili bir konu değil, belki de bunun kadar kentteki kültürel birikimle de ilgilidir. Tunceli, hemen her zaman ülkede okuma yazma oranının en yüksek olduğu il diye bilinmiştir. Ayrıca bu kentten çok sayıda insan üniversite okumuş, akademik kariyer yapmış, alanında uzman olarak Türkiye’de ve Türkiye dışında tanınmıştır. Yoğun bir biçimde dışlama politikalarına maruz kalmış bu küçük kentten böyle bir birikimin çıkması aslında başlı başına sosyolojik bir araştırmanın konusudur. Ancak şunu söylemek mümkündür ki, bu birikimi sağlayan hususlardan birisi de kentin politik kültürüdür. Dünya ve memleket meselelerine dair bir söz söyleyebilme yeteneğidir. Bu konuda da kent ciddi bir birikime ve önemli sosyolojik deneyimlere sahiptir. Bu kentte bir zamanlar bir semineri daha fazla kişinin izlemesini sağlayabilmek için salonlardaki sandalyeler dışarı çıkarılır; gün boyu süren tartışmalar yüzlerce kişi tarafından izlenirdi. Kentin en belirgin kamusal alanı olarak “Palavra Meydanı” ancak antik kentlerde karşılığı olan politik tartışmaların yapıldığı canlı bir alandı.  Bu güçlü dinamik ve diğer olumlu özellikler zamanla görünmez kılınmış olsa da kentin kültürel dokusunda kalıcı bir iz bırakmıştır.
Tunceli Üniversitesi böyle bir kentte ve tarihsel/toplumsal/siyasal deneyimlerin yarattığı böyle bir kültürel ortamda kuruldu. Evrensel düşünme, çoğul kimliklere açıklık, farklılıklara saygı gibi bir üniversitenin doğasında bulunması gereken özellikler bu kentte çok önemli bir eksiği kapatabilir, görünmez kılınanlar yeniden kamusal alana çıkabilir; kent, kendini ifade etmenin bir aracı olarak üniversitesini sahiplenebilirdi. Tunceli’nin buna gerçekten de çok ihtiyacı var. Çünkü kent, bugüne kadar sürekli dışarıdan bakan bir tür yabancı bakışın etkisini hücrelerinde hissetti ve bu durum her daim bir gerilim unsuru olarak açık konuşabilmeyi engelledi.
Elbette üniversitenin çok sayıda işlevinden söz etmek mümkündür. Bunların gerçekleşip gerçekleşemeyeceğini görebilmek için de zamana ihtiyaç vardır. Fakat söz konusu olan kentin özgün hikâyesi olunca, üniversitenin de özgün işlevinden söz etmek mümkün olabiliyor. Örneğin nüfusu istikrarlı olarak azalan bu kentte, en önemli toplumsal sorun olan “insansızlaşma” sürecini tersine çevirmek açısından da etkili olabilir, kentteki toplumsal hayatı canlandırabilir, işsizlik sorunun etkisini azaltmada çeşitli işlevler yüklenebilir ve daha birçok olumlu katkısı olabilir. Özetle bir dizi sebeple üniversite kentte yaşayanlar ve burada yaşadığını hissedenler için önemliydi.

‘GÜVENLİK’ VE BARAJLAR
Kentin coğrafyasına girerken bizi karşılayan iki belirgin unsurdan biri güvenlik diğeri de barajlar oldu. Gerçekte daha ilk adımımızda bu iki unsurla karşılaşmak ister istemez düşünme önceliklerimizi de değiştirmişti. Tunceli coğrafyasına üç ayrı noktadan giriliyor. Mazgirt, Pertek ve Pülümür.  Üçünde de il sınırının başladığı yerlerde güvenlik noktaları var. Kente gelenler ve gidenlerin kimlikleri kontrol ediliyor. Bizim aracımız da bu uygulamadan geçti. Sonra yolculuğumuz devam etti.
Bu noktadan Tunceli’ye kadar iki baraj inşaatı görünüyordu. İkisinde de hızla sona yaklaşılmıştı. Kent merkezine en yakın olan Uzunçayır Barajı’nda yakında su toplanacağı söyleniyordu. Barajlar meselesi uzun bir zamandır kentin gündemindeydi. Söz konusu iki barajdan daha çok Munzur Vadisi’nde yapılması düşünülen ve bir kısmı yapılmış bulunan barajların bölgedeki zengin flora ve faunayı yok edeceği, kentle Ovacık ilçesinin bağını koparacağı, verilerle raporlara konu edilmişti. İlgili meslek kuruluşları da, bu barajların kente ve ülkeye vereceği zararları bilimsel bir şekilde ortaya koymuş bulunuyorlar. Fakat sosyolojik açıdan bir şey söylemek gerekirse benim söyleyeceğim şudur: Bu kent, insanı ile toprağı arasında derin bir bağlılık duygusu bulunan bir coğrafyanın ürünüdür. Bu bağ, mülkiyet ilişkileriyle tanımlanamayacak kadar karmaşık, inançların beslediği kendine özgü duygusal bir bağdır. Buralarda insanla toprak arasındaki bu bağ, zorunlu iskan uygulamalarıyla iki kez koparıldı. Bir çeşit iskan anlamına gelecek yeni bir teşebbüs hayırlı bir girişim olmayacaktır. Ve ardından bütün bir toplumun ağlayacağından kimsenin şüphe duymadığı bu mükemmel coğrafyayı kim için, ne için gözden çıkardığımızı düşünmenin sırasıdır.

KENTTEKİ GÜNDELİK HAYAT
Tunceli gerçekten de gündelik hayat bakımından tipik bir batı kenti gibidir. Hatta ondan daha fazla özelliklere sahiptir. Bunun en belirgin göstergesi kadınların iş ve çalışma yaşamında aldıkları etkin rollerdir. Kentte sadece kadınların çalıştırdıkları işyerleri olduğu gibi, pek çok işyerinde de kadınlarla erkekler birlikte çalışıyorlar. Sokakta da öyledir. Ben, Türkiye’de sokakların bir köşesine sandığını kurmuş kadın ayakkabı boyacısını ilk kez Tunceli’de gördüm.
Kentin değişik yerlerinde sabah saatlerinde kadınlı-erkekli, genç-yaşlı insanların yürüyüş yapma kültürleri var. Ovacık yolu üzerindeki Ana Fatma Köyü’ne doğru yüzlerce insanı sabah saat 05.30-08.00 arasında yürüyüş yaparlarken gördüm. Ben de bir sabah saat 05.30 da bu yürüyüşlerden birine katıldım.
Türkiye’de delisinin heykelini diken tek toplum Tunceli’lerdir sanırım. Tunceli’de yaşayan herkesin tanıdığı Seyuşen’in heykeli kentin merkezinde duruyor. Adeta bir kutsal külte dönüşmüş bu heykel ve kişilik üzerine bir de belgesel yapılmış.
Kentte batıdaki metropollerde yaşandığı biçimiyle bir güvenlik problemi de görünmüyor. Hırsızlık ve diğer “yüz kızartıcı suçlar” yok denecek kadar az. Üniversiteyle birlikte ilgili öğretim üyeleri muhakkak kentin toplumsal yapısı hakkında da araştırmalar yapacaklardır. Fakat hissetme halinden yola çıkarak görebildiğim, Tunceli, bu yönüyle çok rahat olunabilen bir kent.
Tunceli’de en ciddi sorununuz nedir diye sorduğum kentin Belediye Başkanı Edibe Şahin, “Atıkların Munzur Nehri’ne akması” ve “giderek artan madde bağımlılığı” diye cevap vermişti. Doğrusu bu ikinci sorunun boyutlarını duyduğumda şaşırdım. Bu meselenin kaynakları, çözüm yoları üzerine çalışmak gerektiği konusunda hemfikir olmuştuk.

ÜNİVERSİTEDE MEZUNİYET TÖRENİ
Tunceli Üniversitesi ilk kez kendi adıyla MYO’nun bu yıl mezun olan öğrencileri için mezuniyet töreni düzenlemişti. Bu aynı zamanda üniversitenin birinci kuruluş yıldönümüne denk geldiği için iki tören birleştirilmişti. Kültür Merkezinde gerçekleştirilen etkinliklerin en önemli bölümü tabii ki üniversitenin geldiği aşama hakkında Rektör Prof. Dr. Durmuş Boztuğ’un verdiği bilgiydi. Diğeri ise Prof. Dr. Sami Selçuk’un konferansıydı. Salon oldukça kalabalıktı. Hatta geç gittiğimiz için yer bulmakta zorlandık. Sunucu, kendisi de Tuncelili olan ve ODTÜ’den bölüm birincisi olarak mezun olmuş genç bir öğretim görevlisiydi. Prof. Dr. Sami Selçuk’un konuşmasında özellikle düşünce özgürlüğü ve demokrasi vurgusu sıklıkla alkışlandı. Tunceli’de bu iki kavram aslında gündelik hayatın belki de en çok kullanılan kavramlarıydı ve en çok özlenilen ideallerdi.
Konuşmalardan sonra üniversitenin mütevazı mekanında bir kokteyl verildi. Burada öğretim üyeleriyle ve misafirlerle sohbet etme fırsatımız oldu. Üniversite kampusu inşası için çalışmaların son aşamaya gelmiş olduğunu öğrendik. Önümüzdeki öğretim yılında yarısı lisans programlarına olmak üzere 3000 dolayında öğrenci alınacakmış. Tunceli Eğitim ve Sağlık Vakfı bir öğrenci yurdu inşası için bir süredir yoğun bir biçimde çalışmaktaydı. Tunceli’de olduğumuz günlerde öğrenci yurdu inşası için arsa ihtiyacının karşılanması konusunda da somut bir mesafe alındı.

VE DÖNÜŞ ZAMANI...
Nihayet dönme zamanımız gelmişti. 22 Haziran Pazartesi günü üniversitedeki arkadaşlarımız bizi yolcu ettiğinde bu kentten ve arkadaşlarımızın sıcak ilgisinden çok etkilenmiştik. Yolculuğumuz Pertek üzerinden Elazığ’a ulaşarak oldu. Tunceli Pertek yolu bu coğrafyanın başka bir yüzünü anlatıyor gibiydi.  Bütünüyle ormanlık bir alandan geçilerek verimli topraklara ulaşılıyordu. Tunceli’de tarıma elverişli araziler bu bölgede bulunuyordu. Geçtiğimiz her köy için tarihin yaprakları arasında kalmış ve araştırmacısını bekleyen toplumsal hikayeler dinledik.
Pertek’e ulaştığımızda ise bambaşka bir ilçede bulduk kendimizi. Keban Barajı’nın kenarında bu coğrafyanın en yeşil ilçesiydi. Dolaşmak için zamanımız yoktu. Buradan feribotla Elazığ sınırına geçecektik. Feribota binmeden askerler aracımızı durdurdu ve kimlik kontrolü yapıldı. Üç gün önce Tunceli coğrafyasına girerken askerler tarafından kimlik kontrolü ile karşılaşmıştık. Şimdi kentin sınırlarından ayrılırken yine kimlik kontrolüyle karşılaşmıştık. Bu kente geliş ve gidişin bir usulü olan bu durum yıllardır devam ediyordu.
Feribot Pertek’ten uzaklaştıkça bu eşsiz coğrafyadan uzaklaştığımızı gördük fakat iyice yakınlaştığımızı hissederek.
(*) Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.