TUTSAK SÖZCÜKLER
Başlarken…
Uzun bir süreden beri Türkiye ve Kürdistan’da ki çeşitli cezaevlerindeki arkadaşlarla mektuplaşıyordum. Bu mektuplaşmalar esnasında cezaevinde edebiyatla uğraşan, yazan-çizen, üreten arkadaşlarla tanışma fırsatı yakaladım. Zaten daha önce onların eserlerini hepsini olmasa bile bazılarını okumuştum. Arkadaşların mektuplarda dile getirdiği temel eleştiri; ürettiklerinin yeterince halka taşınmadığı noktasında idi. Gerçektende çok nitelikli eserler ortaya koyduklarına tanık oldum. Bir başka yazar yazmış olsa bu eserler bestsel olurlardı. Kitapların çıktığı yayınevlerinin ekonomik gücü olmadığı için tanıtım yapma şansları pek olmuyor. Bundan kaynaklı eser çoğu kişi tarafında tanınmıyor. Bu durum karşısında bende, arkadaşlara katkı sunma amaçlı bir proje fikri doğdu. Cezaevindeki arkadaşlarla “mektup-röportaj” yapıp gazete ve internet sitelerine yollamayı düşündüm. Bu fikrimi “içeride” üreten arkadaşlarla paylaştım. Olumlu yanıtta aldım. Ancak mektup üzerinde röportaj kolay olmayacaktı. Ben soruları yazıp yollayacaktım; arkadaşlar cevaplayacaktı. Eğer okuma komisyonunda geçerse bana ulaşacaktı. Ben tekrardan yazıyı gözden geçirecektim. Eksikleri tekrardan yazacak, yine cevap bekleyecektim. Oldukça uzun bir zaman alacaktı ve alıyordu da. Belli aralıklarla bu tür röportajlarla sizlere konuk olacağım. İşte görülmüştür kaşeli ilk mektup-röportaj:
İlk mektup, Batman cezaevinde Şakran 3 Nolu T tipi Cezaevine sürgün olan “ MELEĞİN MISRALARI” adlı romanın yazarı sevgili Mahmut Baran’dan. Bir aylık zaman dilimi içinde gerek mektupla gerekse de aile üzerinde yaptığım konuşmalarda aşağıdaki mektup röportaj ortaya çıktı. Zindanlardaki arkadaşların çığlıklarına bir nebzede olsa yankı olabilmişsem ne mutlu bana.
MELEĞİN MISRALARI VE MAHMUT BARAN
“Meleğin Mısraları” adlı roman Mahmut Baran’ın uzun soluklu bir çalışmasıdır. Aram Yayınevince baskısı yapılan kitap güçlü tasvirleri, akıcı dili ile politik bir eser. Politik eserlerin ne önemli açmazları anlatım mı yoksa sahip oldukları ideoloji mi ikilemidir. Bu kitap ortada durmayı başarmış bir çalışmadır.
Bir kitap düşününki; başladığınızda bir solukta okuma isteminizi getirsin. Zindan koşullarında yazılmış olan “Meleğin Mısraları” yazarın iç dünyasına yaptığı uzun yürüyüşün sonucu ortaya çıkmıştır. Kullandığı dil oldukça yalın ve akıcı. Roman kurgusu içine serpiştirdiği şiirlerle roman şiir tadında olmuş. Siz kitabı okurken kendinizi İstanbul’un varoşlarında bir gecekondu mahallesinde, çamurlu yollarda, polis takibinde yürüdüğünüzü hissedeceksiniz. Kendinizi sonsuz bir aşkın içinde bulacaksınız. Bu aşk ki, bireysel çıkarlardan öte ülkeye, devrime, özgürlüğe olan bir aşktır. Özgürlük ideallerini, kendi bireysel aşkına tercih eden Erdallar, Rukenler gözünüzde canlanacaktır.
“Meleğin Mısraları” bir devrim serüvenidir. Kürt Özgürlük Mücadelesinin içinde iki militanın adı konmamış aşkını anlatır. Bu roman kavuşmayan aşklara yakılan bir ağıt değildir. Roman onların aşkının nasıl birbirine güç verdiğinin yalın bir ifadesidir. Erdal ile Ruken’in yolu İstanbul’da bir gecekondu da kesişiyor. İki odalı gecekonduda yapılan eğitim çalışmasında başlayan adı konmamış aşk, yaşamın her anında onların ayakta kalmasına, direnmesine neden oluyor. Erdal’ın gözaltında vahşi işkencelere direnmesi, Ruken’in çalışmalara dört elle sarılmasına neden hep bu aşk olmuştur. Birkaç satırlık yazı -hele de sevdiği insanda hatıra kalan olunca- yeri geldiğinde insan için hayat suyu özelliğini taşır.
Erdal zindana, Ruken özgür dağlara gitmiş olsa bile birbirine karşı besledikleri; hayatın bütün çirkefliklerinde uzak aşklarına sahip çıkmaktan geri kalmamışlardır. Zindanda ve dağlarda en zor zamanlarında hep bu isimsiz aşkları onları ayakta tutmuştur. Roman kurgusu daha çok Ruken ve Erdal üzerine oturtulmuş olsa da; romanın başında itibaren var olan Metin karakteri de önemli bir karakterdir. Romanın bütün kesişme noktalarında o vardır. Her zaman sorunlara çözüm gücü olan biridir. Onu, her kılıktan karşınıza çıkacağını sanırsınız.
Kitabı okuduktan sonra yüreğinizin Erdal, Ruken ve Metin için attığını hissedeceksiniz. Onlarla birlikte işkence görecek, onlarla direneceksiniz. Onlarla birlikte karlar altında mücadele edecek, yoldaşınızı sırtınızda taşıyacaksınız. Metin’le Ege’nin bir antik kentinde Dewrêşê Ewdî’yi keman eşliğinde çalacaksınız. Bir kâğıt parçası deyip attığımız bir not, bir şiir, birkaç satırlık yazının ne anlama geleceğini bu kitabı okuyup bitirdiğinizde daha iyi anlayacaksınız.
RÖPORTAJ
Mahmut Baran kimdir?
Baran: Sırf Êzîdî’dir, diye Êzîdîliğin merkezi olan Laleş’te sürülen, dağları Şengal’dan kopartılan dört yüz yılını sürgün yollarında geçiren, yara bere içinde bırakılan bir kabilenin üyesidir.
Müslümanların, yerine göre Hıristiyanların ve dahi Yahudilerin sınır tanımaz zulmüyle inleyen, eriyen, büzülen kendi ırkının ihanetiyle vurulan, satılan, yakılan; bu nedenle güvenmemeyi yaşamın temel ilkesi olarak addeden bir geleneğin, kaskatı bir geleneğin, köredici sadakat vurgunlarına maruz kalan bir ailenin zavallı bir çocuğudur Mahmut Baran… Dobralığı ve riyakârlığı, gözüpekliği ve korkaklığı, mertliği ve namertliği, inkârı ve müsamayı iç içe yakalayan bir Kürttür. Yani bir insandır. Kırkına varmış ama hala içindeki çocuğu ışığa tutmaya çalışan, insanların “deli mi ne?” diyebildiği huzursuz ve tuhaf bir adamdır.
Edebiyatta duygu önemli bir özelliktir denilir. Duygulu musunuz?
Baran: Çok. Zararlı olabilecek kadar çok! İçin için “bu duygular beni bir felakete sürükleyecek, paramparça edecek” dediğim çok olmuştur. Yüreğimi, suyuna dar gelen bir nehir yatağı gibi tanımlıyorum. Suyun taşması bereket mi, felaket mi?
Bu güne kadar yaptığınız edebi çalışmalar nelerdir?
Baran: Anı, deneme, masal, öykü, şiir, tiyatro ve en son roman
Bunların içinde yayınlanan oldu mu?
Baran: Bazıları yayınlandı, bazıları yerine ulaşmadı, bazıları kayboldu, bazıları ödül aldı, bazılarına el konuldu, bazıları bir gece baskınında gasp edildi. Kitap olarak basılan ise son çalışmam olan “Meleğin Mısraları” adlı romanın oldu.
Cezaevinde yazmak nasıl bir duygudur? Neden yazıyorsunuz?
Baran: Cezaevinde daima bir boşluk hali var. Geniş, yaygan, derin, uzun, sert ve mutlak! Yazmak bu “hale” karşı isyanın bir biçimidir. Bu boşluğun sesi, rengi, dini, ısısı, kütle yok. Ve hiçliği bir yazgı olarak önüne koyuyor. Hiçbir şey olmamak;”yok hükmünde” yaşamak! İradesiz, duygusuz, sessiz, renksiz, dinsiz bir hayvan gibi! Yazmak, var olduğunun kanıtıdır. Yazmak, korumaktır toplumu korunmaktır toplumdan. Tarihe not düşmektir, “karınca kararınca”. Günün zorluklarına göğüs germek için üç asır, beş asır sonrasını tasavvur etmektir. Mazlumun öfkesini, acılının ahını, sevenin aşkını, ölenin ruhunu geleceğe taşırmaktır. Kendini yakıp etrafını aydınlatmaktır.
Yazarken esas aldığınız şey nedir? Neyi esas alarak yazarsınız?
Baran: Ben politik bir tutsağım. İdeallerim, gelecek adına güzel hayallerim var. Bu uğurda 20. yılımı dolduruyorum cezaevinde. Hakikati oluşturan; eşitlik, adalet ve özgürlüktür. Hakikata seslenen ve hakikat adına seslenen ne varsa kabulümdür.
Cezaevinde yazmanın avantajı ve dezavantajları nelerdir?
Baran: Güvendiğin, aynı değerlere sahip olan insanlarla aynı ortamı paylaşıyorsun, bu önemli. Zamanını daha etkin planlayabiliyorsun. Kurgu için, hayal edebilme imkânın var. Okuma zamanın da var. Tüm bunlar avantaj. Dezavantajlar mı? Saymakla bitmez. Genciyle yaşlısıyla kadınıyla kızıyla eşcinseliyle aristokrasisiyle, burjuvasıyla, yoksuluyla, ezeniyle, ezileniyle koca kitlelerden oluşur toplum. Her bir grubun, her bir katmanın, her bir kümenin kendine has karakteristik özellikleri, alışkanlıkları davranışları var. İşi yazmak olan bir insanın bu koca kalabalığı gözlemlemesi, tanıması sonuçlara ulaşması önemlidir. Herkesin kendini içinde bulabileceği bir eser yaratmak için önemli.
Cezaevinde böyle bir imkân yok. Özellikleri birbirine yakın olan insanlarla uzun süre kalınca tek boyutlu bakıyorsun doğayı, doğanın muhteşem zenginliğini izlemek, bunu kelime kalıplarına döküp anlamlandırmak, anlatıyı daha canlı ve akıcı kılar. Ama 20 yılda, dağların heybeti bile sadece belli bilirsiz bir süilet gibi kalır belleğinde.
“Meleğin Mısraları’nı” yazarken Bursa’da geçen bir bölüm var. Bursa’yı anlatacağım ama orayı hiç görmemişim. O zaman kaldığım hücrede Bursa’yı bilen Mehmet isimli bir arkadaşım var. Ketum biri. Ağzında laf alana aşk olsun! Soruyorum “Mehmet Bursa nasıl bir şehir?” Uzun bir sessizlikten sonra şöyle diyor: “Bursa’da sokaklar caddeler ve apartmanlar var!”… Adam sözde üniversite öğrencisi. Mecburuz… Mehmet’e “Peki” diyorum “caddeleri anlat”. Aynı sessizlikten sonra “caddeler mi asfalttan ve caddelerde arabalar gelip geçiyor”… Uzun süre cezaevinde kalıyorsan dışarısı -yani doğasıyla kurduyla kuşuyla hayvanlarıyla insanlarıyla- hastane yolundaki ring aracının küçük camı kadardır. Ürkütücü ring aracının gözleridir o camlar ve herkes korkuyla, öfkeyle, lanetle bakar o gözlere.
En önemlisi de rahat yazamıyorsun. Şu konuyu işlesem, şu cümleyi kullansam cezaevi komisyonuna takılabilir; deyip kendini sansürlemek zorunda kalıyorsun. Komisyona takılıp sakıncalı bulunan, el konulan onlarca edebi çalışmanın olduğunu biliyorsun.
Yazma işi bile bir dert. Bilgisayarı bırakalım, ilkel bir daktilo bile kullanmana izin verilmiyor. Elle yaza yaza ellerin uyuşuyor, belin tutuluyor, boynun ağrıyor. Fiziki ağrıların, motivasyonunu etkiliyor. Zaman ve enerji kaybına neden oluyor. Çalışmanı bitirdikten sonra dışarı gönderiyorsun (Komisyonda geçerse tabi) yazılarını bilgisayara geçirecek birini buluyorsun. O kişi çoğu zaman farklı işlerle de uğraşmak zorunda olduğu için 300-400 sayfalık yazıyı beş altı ayda ancak yazıyor. Sonra çıktıları sana gönderiyor. Gelince “inceleniyor” denilip 10-15 gün sonra ancak sana veriliyor. Çıktıları okuyorsun yanlış yazılan biri yığın şey görüyorsun. Hepsini tek tek düzenleyip yine dışarı gönderiyorsun. Eğer bilgisayar”a yükleyen yakının-arkadaşın hala yerindeyse işleri yollundaysa yaptığın düzenlemeleri bilgisayar üzerinde yapıp tekrar çıktılarını gönderiyor. Sen onları bir daha kontrol edip gönderiyorsun tabi bu arada bilgisayar çökerse veya yazının başına bir şey gelirse vay haline. Diyelim çalışmanı sağ salim yayın evine ulaştırmayı başardın. Bu kez yayınevi seni aylarca oyalıyor, uğraştırıyor. Falan günde basılacak diyor ama falanca gün bir türlü gelmiyor. Üzerinde haftalar, aylar geliyor. Verhasıl her aşaması çileli, stresli ve hatta işkenceli.
Meleğin mısralarını yazarken neler hissettiniz?
Baran: Atomize olduğumu, önce ikiye, sonra dörde, sonra sekize, sonra on altıya, sonra sonsuzluğa bölündüğümü; vefa borcumu ödemiş olmanın vicdani huzurunu hissettim. Bu romanın nasıl başladığını biliyor musun? Mustafa karakterinin şirin mi şirin bir yeğeni var. Onunla dostluğumuz yirmi yıldan beri devam ediyor. Bir gün bana dayısı Mustafa’yı anlatmamı istedi. Bende Mustafa ile olan birkaç anımı öykü diliyle anlatmak istedim. 2-3 sayfalık bir öykü yazıp gönderecektim. Bir iki, dört altı… 25. sayfayı yazarken buldum kendimi. Dostuma dedim ki: Mustafa’yı ya layıkıyla anlatacağım sana ya da anlatmayacağım”. Kalemimi serbest bıraktım. Zaten programımı bitirmiştim. Bir aylık bir boşluk vardı. Bu zamana güzel bir öykü sığdırayım dedim. Roman yazma fikrim yoktu. Dedim ya Mahmut Baran korkak bir adamdır. Roman yazmaya kalkışacak yürek ne arar onda! Birinci bölümü bitirmeden bıraktım. Çünkü öykü giderek romana eviriliyordu ve bu beni korkutuyordu.
Neden?
Baran: Birçok nedeni var. Her şeyden önce kimliği misyonu olan politik bir tutsaktım. Sıradan bir roman yazamazdım. Haydi, çalakalem bir şeyler yazayım; tutsa da olur tutmasa da olur diyemezdim. Misyonuma layık bir şey yazamazsam ödediğimiz bedellerin, çektiğimiz acıların hatırı kalırdı. Yazarken çok karmaşık duygular yaşadım. Her bir satırında; acıları, trajedileri, aşkları, tutkuları, işkenceleri, yoksullukları, hesapsız bağlılıkları , çıkarsız adanmışlıkları….
Romanı ne kadar sürede tamamladınız?
Baran: Yetmiş iki günde. Üzerinde yazı yazacak bir masam bile yoktu. Sırtım ile duvar arasına bir yastık koyuyor, dizlerimi göğsüme yaslıyor ve öyle yazıyordum. Yetmiş ikinci günde, sabaha karşı beş sularında son noktayı koydum. 27 Kasım 2008. derin bir nefes aldım. Benim bir çocuğum olmuştu. Doğum sonrası ışığa batan dinginlik gibi.
Roman karakteri ile geçmişiniz arasında bir bağ var mı?
Baran: Meleğim Mısraları’nda ki olayların çoğu yaşanmıştır. İçinde çok az kurgu var. Karakterlerin çoğu şu an hayatta değiller. Mustafa, Metin, Rûken, Türkan, Bager, Demhat… Gencecik yaşta toprağa düştüler. Ortak bağımız, aynı işkencelerden geçmek, aynı acıları yaşamak, aynı yiğitliklerle gururlanmak, aynı ihanetlerle darbelenmek.
Meleğin Mısralarında vermek istediğiniz mesaj nedir?
Baran: En çok acı çeken bir kuşağın çelişkilerini, zaaflarını kahramanlıklarını, korkularını, kaygılarını resmetmek istedim. Bugün için değil. Dünü yarın için anlattım; bugün için değil. İnsanlar, genelde koşullarından dolayı bugüne kör ve sağır olurlar. Bunun için duygularına, beşeri hususiyetlerine yüz çevirebilirler. Çelişkilerini görmezden gelebilir; zayıflıklarını inkâr edebilirler. Ancak gün gelecek, koşullar değişecek. İşte, o zaman anlatmaya çalıştığım kuşak, duygularına dönecek, beşeri hususiyetlerini kabullenecek ve zamanında buna sahiplik edemedikleri için kahrolacak. Meleğin Mısraları’nı o zaman takdir edecek. Belki orada teselli bulacak. Çünkü bu kitap, o kuşağın toplamının bir parçasıdır.
Kitabınıza yönelik herhangi ( olumlu- olumsuz) bir tepki aldınız mı?
Baran: Yüzlerce okurdan mektup aldım. Öğrenci gençlik ve kadınlardan özellikle olumlu tepki aldım. Kadınların, genç kızların ortak eleştirisi; dilin erilliği hususuydu. Bu eleştirilerinde haklılar. Yazanların hemen hemen hapsi “sanki yaşam öykümü dinlemişsiniz, onu başka adlarla romanda işlemişsiniz. Bana o kadar yakın ve tanıdık geldi ki” diyarlar. İşte, başarı diye addedilecek bir şey varsa budur bence. Okurun romanda kendinde bir şey görmesidir.
İçerde yazan biri olarak, kitabınızın yeterince tanıtıldığına inanıyor musunuz?
Baran: Kesinlikle hayır! Birçok insan bana yazıyor. “Falanca söyledi, falan kesten duydum…” kitle iletişim araçlarından değil yani. İstanbul, İzmir, Adana, Antalya, Ankara, Malatya, Amed vs. gibi illerden yazıp kitabı bulamadıklarını söylüyor insanlar. Sadece Özgür Gündem Gazetesinde kitapla ilgili olarak üç tane yazı yayınlandı. O da cezaevindeki arkadaşlar yazmıştı. Yani tanıtım maalesef.
Bundan sonraki hedefleriniz nelerdir.
Baran: meleğin Mısraları 2 ve 3. ciltlerini tasarım olarak düşünüyorum. Ama genel okur tepkisi nedir bilmiyorum. Okuyucunun genel tepkisi olumlu ise kararımı vereceğim. Yine “Yitik Bir Asrın Öksüz Çocukları” konulu 1910- 2010 tarihleri arası Kürdistan ve Türkiye’nin sosyo-ekonomik, sosyo-politik durumunu irdeleyecek dört ciltlik bir roman iyi olurdu. Yüreğim yeterse, sağlığım elverirse! Bu karar değil sadece tasarı. Ülkemizde kırk yıla varan bir savaş gerçekliği var. Bu uzun zamandan kesitler yazmak isterim. Tabi, yeni çalışmamı kendi anadilim olan Kürtçe ile yapmak istiyorum.
Kürtçeye olan ilginizin kaynağı nedir?
Baran: Birçok nedeni var. Ama sanırım bunun en büyük müsebbibi yaşlı adam! Bana o zamanlar bilge havasını veren örnek aldığım yaşlı adam. 1986 yılının Ocak veya Şubat ayıydı. Ben 14 yaşında, hayatın sillesini henüz yememiş bir ergenim. Akşam saat on sularında. Halamın büyükçe evinin geniş misafir odasındayız. Üç beş yaşlı, üç beş adam, üç beş gelin, üç beş çocuk. Geniş odanın ortasında yanan sobanın etrafında kümelenmişiz. Yaşlı adam tipik bir köylü. Kokan ve parmak uçları ile topukları yamalı çorabı, kirden renk atmış sekiz köşeli şapkası, lime lime olmuş, lekelerle koyulaşmış şalvarı, zayıflıktan damarları fırlamış incecik boyu, iri, sivilceli burnu, sararmış dişleri kirli sakalıyla zavallı; ama bana bilgeymiş gibi gelen yaşlı adam. Hem esnemeyi, hem burnunu karıştırmayı ve hem de göbeğini kaşımayı aynı anda yapmayı başaran yaşlı adam. Uzun uzun esnedikten sonra damda düşer gibi Kürtçe şöyle dedi: “Arapların dili Allahın kelamı gibi nafiz, Farsların dili şeker gibi, Türklerin dili kibar ve nazik; Kürtlerin dili ise eşek anırması gibi! Kaba, yavan, kulak tırmalayan yoksul bir dil..!” Ben yaşlı adamın o sözü üzerinde atlamadım, atlayamadım. Düşünsenize adam Kürtçe dışında bir dil bilmiyor ve kendi diline hakaret ediyor. Yani kendi deyimi ile “ha bire eşek gibi anırıyordu! Bu, bende büyük bir tepkiye yol açtı. Kim olursa olsun, hiçbir insan bu denli kendine yabancılaşmamalı, yabancılaştırılmamalıdır. Bu insanlığa, insanlığın soy değerlerine ihanettir.
Son olarak söylemek istediğiniz bir şey var mı?
Baran: Kitabım hakkında okuyucunun tepkisini gerçekten öğrenmek istiyorum. Kitap hakkında fikirlerini benimle paylaşmak isteyen olursa adresim şu: “Şakran 3 Nolu T tipi Cezaevi C-15 Aliağa- İzmir. Amenna yerine acaba diyen, diyebilen tüm dostlara selam olsun.
Uzun bir zaman diliminde bana zaman ayırdığınızdan dolayı teşekkürler
Baran: Zindan yankısı olmayan ses, sesi olmayan çığlık, nuru olmayan alevdir. Bana ses oldunuz. Ben teşekkür ediyorum.
13.09.2012 Aliağa – İzmir
Erdoğan ZAMUR
(Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir. )